TIBBÎ BİLİMLERİN GELİŞİMİNDE VAKIFLARIN ROLÜ


Türk-İslâm medeniyetin özünü teşkil eden vakıf eserleri, Türk toplumunun insana bakışının
bir yansımasıdır. Bireylerin faydasına eser bırakma anlayışı, Türklerin geçmişten günümüze taşıdıkları
karekterlerinin bir yansıması olmakla birlikte, İslâm kültürünün de açık bir tezahürüdür. Bu anlayışı,
Bilge Kağan'in " Zengin bir millete gönderilmedim. Göktürk milleti azdı, çoğalttım, açtı doyurdum,
çıplaktı, giydirdim ve kuşattım" sözlerinde açıkça görmekteyiz. Öte yandan Türklerdeki yardımlaşma ve
paylaşma duygusu, Müslüman olmalarıyla birlikte daha belirgin bir hâl almış ve tesis edilen vakıflarla
kurumsal bir hüviyet kazanmıştır.
Vakıflar, devlet kurumlarının bugün yerine getirmiş olduğu bir çok vazifeyi, geçmişte ifâ
ediyordu. Eğitim, din, belediye, sağlık ve güvenlik hizmetleri ve daha birçok sosyal hizmet vakıflar
aracılığıyla yürütülmekteydi.1 Makalemizde, vakıfların tıbbî bilimlerin gelişimine sağladıkları yararlılıkları
ve dolayısıyla sağlık hizmetlerindeki faaliyetlerini ele almaya çalışacağız.
Türkler tıbba tarihin ilk dönemlerinden beri ilgi duymuşlardır. O zamanlar, tedaviler,
şamanlar2 aracılığıyla yapılmaktaydı. Divân-ı Lügati't-Türk'de bu tip tedavilerle ilgili işaretler vardır. Bu
bir nevi efsunculuk geleneğiydi. Zira Kutadgu Bilig'de efsuncuların cin ve perilerden gelen hastalıkları
tedavi ettikleri söylenmektedir. Ancak "otacı" da zikredilir ki bu kelime Türklerde hekimin karşılığıdır.
Bu bağlamda, otacının sözüne göre ilaç alınırsa hastalığa iyi gelir, efsuncunun sözüne göre muska
taşınırsa cinler uzaklaşır. Bunların yanında, eski Türklerde daha çok bitkiler ve Çinlilerin etkisiyle
akapunkturla tedavi yapılmaktaydı.3
Daha sonra, Türk seciyesi İslam kültürüyle birleşince, Türk-İslam medeniyetinin de çekirdeği
teşekkül etmeye başlamıştır. Bu medeniyetin inşâ edicilerinden biri olan Büyük Selçuklu Devleti
(1040-1157), ana kervan yolları üzerinde bulunması ve savaşlar nedeniyle sık sık salgınlara maruz
kalmaktaydı. Bunun neticesinde, tıbbî bilimlere ve özellikle de karantina tedbirlerine, hıfzıssıhhaya
büyük ehemmiyet verilmiştir. Tıbbî bilimler hiçbir zaman ihmal edilmemiş, birçok tıp kitabı yazılmıştır.
Öte yandan, kollarıyla beraber dört asır devam eden Selçuklu Devleti, Moğol istilası gibi büyük badireler
atlattığından sağlık ve diğer alanlarda oluşturduğu mirasın çok azı günümüze intikâl edebilmiştir.4
Emeviler (631-750) zamanında, İslam memleketlerinde vakıf suretiyle veya vakıf yardımı ile
bir hayli hastaneler açılmış ve buralarda hastaların en ufak bir ihtiyacı dahi ihmal edilmemiştir.5 Ne var
ki, hastaneler Selçuklular sayesinde yayıldı ve tekâmül eyledi. Bu noktada Selçuklu hükümdarı Tuğrul
Bey, Bağdat'da Büveyhî hükümdarı Adud ud-Devle'nin (978-983) yaptırdığı hastaneye (bîmâristân), her
türlü desteği vererek, vakıflarını ihya edip binasını tamamladı.6
Selçuklu Devleti'nin bir kolu Anadolu Selçuklu Devleti (1077-1308), Atabegler ve Memlüklüler
tarafından yaptırılan muazzam hastaneler ve onların vakıfları, bütün kültürü ve mirasıyla Osmanlı
devletine mâl olduğundan, günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Sağlık müesseselerinin
vakfiyeleri, Osmanlı kadılarınca tasdik edilmelerinden sonra, Anadolu'nun muhtelif yerlerinde eskisi
gibi hizmetlerine devam etmişlerdir. Bu kurumların ayakta kalmasını sağlayan yegâne güç vakıflardı.
Arşiv belgelerine göre, bazı vakıf binaları harap olduğu halde, şartlan bozulmayarak, buraların gelirleri
dar bütçeli vakıflardan maaş alan ilmî ve şer'î memurlara dağıtılmıştır.7 Nitekim aşağıda da görüleceği
üzere söz konusu vakıf eserlerin birçoğu varlığım XIX.yy. ortalarına kadar devam ettirmişdir.
Geçmişte hastaneler, "Bîmâristân", "Dâruşşifa", "Dârussıhha", "Dârulafiye", "Dârunahha"
ve "Mâristan" olarak adlandırmaktaydılar. Ancak, Osmanlılar'da daha çok hastaneye "Dâruşşifa",
"Bîmârhâne", "Şifahâne" veya "Tımarhane"8 denilmekteydi.9 Bu aşamada öncelikle, Büyük Selçuklu
Devleti'ni müteakiben Atabeglerin bina ettiği sağlık kurumlarına kısaca değinmeye çalışacağız.
Musul Atabeği Nureddin Zengi (v.1174),10 tarafından birçok hastane yaptırılmıştır. Onun,
Şam'da 1154 yılında yaptırdığı hastane, işlevini XIX.yy. başlarına kadar sürdürmüştür. Hastanenin
vakfiyesini Kitabu'r-Ravzeteyn sahibi, İbn-i Esir'den nakil ile yazmıştır. Vakfiyedeki bir husus
günümüzdeki eczacılık anlayışına örnek teşkil etmesi bakımından ilginçtir. Buna göre bulunması güç ve
nadir olan ilaçlar, taleb edilmesi durumunda hiçbir zaman reddedilemeyecektir. Kayıtlarda Bîmârhâne
vakfının çok zengin olduğu görülmektedir. Nureddin Zengi adına Trablusşam ve Hama'da da hastaneler
vardır. Şam'da kurulan önemli Türk tıbbiyelerinden biri de Kaymerî Türk ümerâsı tarafından yaptırılan
Kaymerî Hastanesi'dir(1248).
Mardin mâristânı, Artukoğlu Necmeddin İlgazi bin Artuk'un (v.1122) kardeşi Eminüddin
tarafından yaptırılmaya başlanmış, ancak ömrü kifayet etmeyince, kardeşi Necmeddin tarafından
tamamlanmıştır. Bugün varlığım hâlâ sürdürmese de Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi kayıtlarına göre
XIX.yy. başlarına kadar varlığım idâme ettirmiştir.1
Erbil Atabeği Muzafferüddin Gök-böri (v.1233), toplum yararına çeşitli alanlarda müesseseler
inşa etmişti. Kör ve sakatlar için dört hânekâh13 yaptırmış; kimsesiz ve yetim çocuklara yurtlar kurmuş,
refakatçi süt analar tayin etmiş ve bunlara zengin vakıflar bırakmıştır. Bu kurumların tümü, hıfzıssıhha
açısından büyük ehemmiyeti hâizdir.
Büyük Memlûk Sultan'ı Kalavun'un 1284'de Mısır'da inşâ ettirdiği Büyük Bîmâristân'da
tabiiyâtçı, gözcü, cerrah ve kırıkçı doktorlar yaralıları ve sakatlan, göz rahatsızlıklannı tedavi ediyorlardı.
Tüm görevlilerin maaşlan ve hastane giderleri Kalavun'un kurmuş olduğu zengin vakıflardan temin
ediliyordu.14 Kalavun Hastanesi, birçok Osmanlı tabibinin hem öğretim gördüğü hem de öğrendiklerini
tecrübe ettiği ve ihtisaslaştığı önemli bir vakıf kurumudur.
Anadolu Selçuklulan'rın, inşâ ettiği ilk tıp mektebi Gevher Nesibe Tıb Medresesi'dir.
Burası, 1205 yılında Nesibe Sultan'in kardeşi devrin hükümdan I. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından
yaptırılmıştır. Burada, tıp derslerinin verilmesi ve uygulamanın yapılması Türk tıp tarihi açısından
çok mühimdir. Hastaneler, Avrupa'da XVI. asırda kurulmaya başladığına göre, Türkler, bu manada
Avrupa'ya asırlarca önce önderlik etmiştir.15
Anadolu Selçuklu devri dâruşşifalanndan elimizde ne yazık ki yalnızca Sivas Dâruşşifası'nın
1220 tarihli vakfiyesi vardır.16 Bu vakfiyeden hareketle diğer dâruşşifalann işleyişi hakkında fikir
yürütülmektedir. I. İzzeddin Keykavus (v.1220) tarafından yaptınlan Sivas Dâruşşifâsı, Osmanlı arşiv
belgelerine göre, 1755 yılında medreseye çevrilmiştir. Bu vakfiyeye göre, daruşşifada görev yapacak
tabiplerin, göz hekimlerinin (kehhâl) ve cerrahların maharetli, işinin ehli, merhametli, tecrübeli, ahlâklı,
şarlatanlıktan uzak, sâlih kimselerden seçilmesi istenmektedir. Bunlardan başka Anadolu Selçuklu
Devleti zamamnda birçok dâruşşifa yaptınlmıştır. Divriği'de Turan Melik tarafından 1228 yılında tesis
edilen dâruşşifa bu devrin önemli kurumlanndan biridir.
Konya'da Selçuklu hastanelerinin en büyüklerinden biri olan Dâruşşifa, I. Alaaddin Keykubad
(1220-1237) tarafından inşâ edilmiştir. Dâruşşifanın vakfiyesine göre burada iki hekim hem hasta
tedavi etmekte hem de öğrencilere ders vermektedirler. Hastanenin ne zamana kadar açık kaldığı ve
ne zaman yıkıldığı meçhuldür. Bununla beraber vakfın gelirleri XIX. asnn ortalanna kadar duâgû18
vazifelerine tahsis edilmiştir.19
Bunlardan başka, Çankırı'da Atabeg Ferruh (1235)20, Amasya'da Torumtay (1266),
Kastamonu'da Pervanoğlu Ali (1272), Tokad'da Münieddin Pervane (1275) ve inşâ tarihi bilinmeyen
Aksaray, Akşehir, Erzurum ve Erzincan, Anadolu Selçuklu hastaneleridir.21
Anadolu Selçukluları'ndan sonra Anadolu'ya bir süre hakim olan İlhanlılar'ın hükümdarı
Olcayto Sultan Mehmet Han tarafından 1308 yılında yaptınlan Amasya Dâruşşifası'nm Türk tıp tarihinde
ayn bir yeri vardır. Vakfiyesi 1312 yılında düzenlenmiştir. Evliya Çelebi buradan bahsederken "bir
tımarhâne-i azam, bir âbâdânî kadîm" der. Yakın tarihimize kadar aktif olan kurumun, tabibi, asistanları,
eczacıları, kapıcıları, çamaşırcıları, aşçı ve hademeleri mevcuttu. Burada da tıp öğrencilerinin varlığı,
burasımn da tıb mektebi olarak kabulüne olanak sağlar. XV. asır Osmanlı hekimlerinden
Şükrullah, Halimi, Merzifonlu Atûfı ve Mehmet bin Lütfullah burada yetişmişlerdir. Mücerrebnâme
yazarı Şerafeddin Sabuncuoğlu (v.1465), burada 14 yıl hekimlik ve başhekimlik yapmıştır.
Mücerrrebnâme'yi kendi tecrübelerine dayanarak kaleme almıştır. "Cerrâhnâme-i İlhanî" adlı eserinde
ise, cerrahî aletleri ve hastaların duruş şeklini gösteren resimleri çizmiş, bunun ötesinde, Türkçe tıp
ve tarih terimlerine eserinde yer vermiştir. Bir diğer önemli eseri "Akrabidin" tercümesinde, ilaçların
özelliklerinden ve hazırlanmasından, merhemlerden ve lavmanlardan bahsetmektedir. Eserleri dünya
tıp tarihi açısından da mühim görülmektedir.
Anadolu Selçuklu Devleti'nin devamı niteliğindeki Beylikler, Osmanlı Devleti'nin kültürel
mirasına bir çok noktada katkıda bulunmuşlardır. Bu bağlamda, Germiyanoğlulları, Osmanlı bilim
dünyasına tıbbî ilimler sahasında yetiştirdiği hekimler cihetiyle katkı sağlamıştır. Tıbba gösterilen
alâkanın en bariz göstergesi, Germiyan sülâlesinin son hükümdarı Yakup Çelebi'nin 1411 yılında
taş üzerine kazdırdığı vakfiyedir. İçeriğiyle, o dönemin sosyal hayatına ışık tutan vakfiyede "...kim ki
hasta olası olursa ana hekim getüreler, ilaç ittireler ve hekim hakkım vireler ve edviye bahasım vireler"
ifâdeleri yer almaktadır. Bu da bize, o devirde vakıfların hekimlerin maaşlarım karşıladığını ve hastalara
gezici olarak hizmet verildiğini göstermektedir. Germiyanoğulları'ndan Yakup Bey'in hekimi Şeyhî
(v.1431), daha sonra Osmanlılar hizmetine girmiş, ilk reisüT-etibba olmuştur. Kendisi aynı zamanda
hem şâir, hem de göz hekimidir.
Aydınoğlu beylerinin ilim adamlarına yakınlık göstermeleri nedeniyle birçok tanınmış alim,
beyliğin hüküm sürdüğü Selçuk (Ayasuluğ), Tire, Aydın ve İzmir çevresinde faaliyette bulunmuştur.
Devrin en büyük hekimlerinden kabul edilen Hacı Paşa (v. 1417),'nm Selçuk'da ders verdiği ve hekimlik
yaptığı bilinmektedir. Kendisi, bir vakıf hastanesi olan Mısırdaki Kalavun Hastesi'nde tıp öğrenimi
görmüş ve burada başhekimliğe kadar yükselmiştir. Onun en mühim eseri, daha sonra Osmanlı
daruşşifalarında da başyapıt olan "Şifâu'l-Eskâm ve DevâuT-Alâm"dır. Eserde, Hacı Paşa'ınn Galen
ve Ibn-i Sina tıbbından bahsetmekle beraber, kendi deneyimlerini ve tecrübelerini de eserine yansıttığı
gözlenmektedir. Ayrıca, eserlerini Türkçe olarak yazmasıyla birlikte, tıbbî bilgilerin daha yaygın hale
gelmesi, kültür dünyamız bakımından mühimdir.26
Selçuklu hastanelerinin haçlı seferlerinden sonraki dönemde Avrupa hastanelerini her
bakımdan etkiledikleri bugün malûmdur. Bilhassa mimarî benzerlikler hastane mekânımn kullanımı
üzerindeki karşılaştırmalı tedkîkler, bunu ortaya çıkarmaktadır.27 Buraya kadar, vakıflar bağlamında
Osmanlı tıp birikiminin arkasındaki kültürel mirası yansıtmaya gayret ettik. Söz konusu birikimde,
vâkıflar tarafından yaptırılan külliyelerin muazzam bir yeri vardır. İnsan vücudu gibi külliyenin uzuvları
da bir bütünlük arz eder. Her hizmet bir diğerini tamamlar. Bu anlamda, medreselerin ve dâruşşifaların
yan yana olmaları pratik ve teorik eğitimin birlikte yapılmasını olanaklı kılmaktaydı.28
Anadolu Selçuklu devrinin ilim merkezleri Sivas, Kayseri ve Konya iken Osmanlı'da Bursa,
Edirne ve İstanbul olmuştur. Devrin ilk bilimsel sağlık kuruluşu, Yıldırım Bayezid döneminde Bursa'da,
1400 yılında kurulmuştur. Bursa Dâruşşifası'nın ilk başhekimi Hüsnü İran'da yetişmiş değerli bir
hekimdir. XV.yy.'da yukarı da bahsi geçen Şeyhî, XVII.yy.'da Ömer Şifâi Dede, XVIII.yy.'da Ali Münşî gibi
büyük hekimler burada görev yapmışlardır. Ayverdi'nin ifâdesine göre, Dâruşşifa'ya âit kayıtlar, ancak
XVIII. yüzyıla kadar gitmekte ise de, Dâruşşifa'nm yanındaki mezarlıkta yatan bazı hekimlerin mezar
taşları kurumun XIX.yy. ikinci yarısına kadar faaliyette olduğunu göstermektedir.30
Fatih, XV. yy.'da İstanbul'un fethiyle bir çağ açıp kapamakla kalmamış, Osmanlı ilim
dünyasında da yeni bir çığır açmış, bilimsel faaliyetlere büyük bir ivme kazandırmıştır. O, İstanbul'un
fethinden sonra, 1463 yılında başlattığı külliyesini 1470 yılında tamamlattırmıştır. Bunun vakfiyesi daha
önceki Selçuklu ve Osmanlı medreseleri vakfiyelerinde görülmeyen bir yenilik getirmektedir. Zîrâ vâkıf,
vakfiyesinde, medreselerde hem akli (felsefî, tabiî) hem de naklî (dinî ve edebî) ilimlerin bir arada
okutulmasını şart koşmaktadır.31 Fatih'in 1721 tarihli vakfiye zeyline göre Dâruşşifa'da 2 tabip, 1 göz
hekimi (kehhâl) ve 1 cerrah görev yapmaktadır. Öte yandan külliyedeki imarette verilen yemekler ve
sunulan hizmet hıfzıssıhha bakımından mühimdir. Dâruşşifa hastalarının yemeklerinin diğerlerinden ayrı
pişirildiği anlaşılmaktadır.
Bunun ötesinde, Fatih Dâruşşifası'nda olduğu gibi bazı hastanelerde nekâhethâneler de inşâ
edilirdi. Fatih'de "Tabhâne Medresesi" denilen yer nekâhethâne idi. Sıhhate kavuşanlar, bir nevi kuvvet
ve derman bulana kadar burada beslenir ve kalırlardı. Bu dönemin önemli hekimlerinden biri Ahi Çelebi
(v. 1524)'dir. Fatih ve Edirne Dâruşşifaları'nda görev yapmıştır. Bir çok eseri olmakla birlikte böbrek ve
mesane taşları hakkındaki risalesi mühimdir.
II. Bayezid'in Edirne'de 1484 yılında inşâ ettirdiği külliyenin bir parçası olan Dâruşşifa,
Osmanlı Dâruşşifaları'nın Avrupa'daki tıp tarihine etkisi bakımından mühimdir. Buranın mimarı
Hayrettin, ilk defa merkezî sistem denilen yeni bir hastane biçimi ortaya koymuştur. Hasta odaları
veya koğuşları, merkezi bir avlu etrafında oluşmaktadır. Böylece, merkezî avludaki az sayıda bakıcı,
çevredeki odalarda bulunan pek çok hastayı gözleme imkânı bulmaktadır. Evliya Çelebi, Dâruşşifa'nın
dil ile tarif edilemeyeceğini ve kalemle yazılamayacağını ifâde eder. Ayrıca, onun gözlemlerinden
anlaşıldığına göre, burada haftada iki gün halka ilaç dağıtılmaktadır.34
Dâruşşifaların çoğunluğunda tıp eğitimi yapılıyorsa da müstakil tıp medresesine sahip
olanlar II. Bayezid Dâruşşifası ve Sülaymaniye Dâruşşifası'dır. Saray hekimi olmanın yolu özellikle bu
dâruşşifalardan geçmekteydi. Fatih ve Süleymaniye'deki görevleriyle saray hekimliği görevlerini bir
arada yürütenler vardı.35 Süleymaniye Vakfıyesi'ne36 göre, Dâruşşifada 3 tabip, 2 kehhâl (göz hekimi),
1 eczacı ve daha bir çok kişi görev yapmaktadır. İlaç için de ayrıca tahsisat yapıldığı görülmektedir.37
XVIII. yy saray hekimlerinden Ahmet Şaban, Süleymaniye tıp medresesinde müderrislik yapmıştır.
Eseri "Tedbiru'l-Mevlûd", yeni doğan çocukların tedavi ve beslenmelerine dâir olub bu alanda ilk yazılan
eserlerden biridir. XVIII.yy. önemli hekimlerinden Hekimbaşı Gevrekzâde Hafız Hasan Efendi, burada
müderrislik ve saray hekimliği yapmıştır. O, "Neticetü'l Fikriye ve Velâdetti'l-Bikriye adlı eserinde gebe
ve çocuk hastalıklarından bahsetmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman, banisi olduğu Süleymaniye Dâruşşifası'ndan başka, annesi
Hafsa Sultan adına Manisa'da 1538 yılında külliye içinde bir dâruşşifa yaptırmıştır. Buranın yardımcı
hizmetlerle beraber 25 kişilik bir kadroya sahip olması, XVI. yy. Manisa'sının ihtiyacım karşılayacak
nitelikte olduğunu göstermektedir. Dâruşşifa'da 2 tabip, 1 cerrah ve 1 göz hekimi görev yapmaktaydı.
Tam teşekküllü bir hastane olmasının ötesinde, tıp eğitiminin yapıldığı bir uygulama hastanesiydi.
Dâruşşifa baştabibinin görevlerinden biri vakfın tüm harcamaları yapıldıktan sonra, gelir fazlasıyla mesir
macunu hazırlanarak Nevrûz-ı Sultanî'de halka dağıtmaktır. Bu müessese, XVIII.yy. ikinci yansından
itibaren akıl hastalarına hizmet vermiştir.
Üsküdar'da III.Murad'ın validesi Nurbânû Sultan tarafından 1582 yılında yaptırılan külliye
Türk tıp tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Fakirlerin ve sâlihlerin oturması için tabhâne, her
nevi hastaların tedavisi için dâruşşifa bu küliye içerisinde yer almaktadır. Vakfiyesine göre, burada
çalışacak hekimlerin tıp ilminde usta, anotomide mahir, ameliyat hususunda tecrübeli ve hastalara
şefkatli davranan kimseler olması istenmektedir. XVIII. yy. sonlarına kadar faaliyetini sürdüren
Dâruşşifa, 1873 yılından itibaren "Toptaşı Bîmârhânesi" adıyla XX.yy. başlarına kadar varlığım
sürdürmüştür.40
Osmanlı vakıf hastanelerinin son örneklerinden biri I. Abdulmecid'in annesi Bezm-i Alem
Valide Sultan tarafından 1845 yılında tesis ettirilen Gureba hastenesidir. Vakfiyesinden anlaşıldığı
üzere, burası fukara ve gurebâya tahsis edilmiştir. Vakfiyede hastalara et gibi zengin gıdaların verilmesi,
gıdalardan tasarruf yapılmaması ve soğan bir altın liraya çıksa dahi satın alınması belirtilmiştir. Buna
ilâveten, vâkıf, fakir ve garip hastaların her türlü tıbbî ve cerrahî tedavilerinin ücretsiz yapılmasını,
gerekli ilaçlann kan dahil olmak üzere vakıf gelirlerinden sağlanmasını şart koşmuştur. Her ne kadar
tarihteki konumunu günümüzde kısmen yitirmiş olsa da, cumhuriyetin kuruluş yıllarında yeni nesil
doktorların yetişmesi hususunda önemli bir misyon üstlenmiştir. 41
Ruhî hastalıkların tedavisinde dâruşşifalarda, tıp dünyasının ilgisini çekecek uygulamalar
yapılmıştır. Akıl hastalan Avrupa'da işkenceye tâbi tutulurken, Türkler tarafından azamî şefkat ve
itinaya mazhar oluyor; müzikle tedavi ediliyorlardı. Örneğin, Fatih Dâruşşifası'nda hastalara ipekli
gömlek giydirildiği, cevizli karyolalarda yatırıldığı, her gün kendilerine konser verildiği yabancı
seyyahlann gözlemlerinde belirtilmektedir.42 Ayrıca, Osmanlı'da vakıflar idaresinde dâruşşifalann
yarımda tedavilerine imkan görülmeyen, bulaşıcı hastalıklara maruz kalanlar ve cüzzâmlılar için
"Miskinler Yurdu" veya cüzzâmhâneler yapılmıştır.43Aynı zamanda XIX. yy.'da vakıflann doğumevleri
açarak, kadın hastalıklannın teşhis ve tedavisinde tıbbî bilimlerin gelişimine katkıda bulunduklan
görülmektedir.44 Bundan başka, vakıf kütüphaneleri tıbbî yazma eserleri koruyarak ve öğrencilerin
istifâdesine sunarak tıbbî bilimlerin gelişimine katkıda bulunmuştur. Söz konusu yazma eserlerin büyük
çoğunluğu hâlen bu kütüphanelerde muhafaza edilmektedir.
Buna ilâveten, hıfzıssıhha açısından vakıflar tarafından yapılan çeşmeler, su yolları, bendler,
hamamlar, imaretler, kervansaraylar ve daha bir çok tesis Osmanlı toplumunda hastalıkların daha
doğmadan önlenmesine yönelik faaliyette bulunmaktaydılar. Buraya kadar vakıflann tıbbî bilimlere
sağladığı katkılan bazı örneklerden hareketle açıklamaya gayret ettik. Buna göre vakıflar, göz
hastalıklan başta olmak üzere, farmakoloji, kadın hastalıklan, hariciye, dahiliye, genel cerrahi ve ruhiyat
gibi bir çok tıbbî bilim dalma on asır boyunca önemli katkılarda bulunmuştur. XX.yy. Türkiye'sinde
birçok sağlık vakfı kuruldu ve kurulmaya devam ediyor. Ne var ki cumhuriyet dönemi sağlık vakıflanna
baktığımız zaman, bunlar, fakir ve kimsesizlerin tedavisinden ziyâde, daha çok tıbbî bilimlerin gelişimine
katkı sağlamakta, öncülük etmektedirler.46
Sonuç olarak, vakıflar aracılığıyla Türk-İslâm medeniyetinin ulaştığı bölgelerde birçok
dâruşşifa ve bunlann eğitim yerleri medreseler yapılmıştır. Tıbbî bilimlerin en büyük gelişimlerini, XV.
ve XVI. yüzyıllarda kaydettiklerini söyleyebiliriz. Medreselerde naklî ilimlerin yamnda aklî ilimlerde
okutulmuştur. Buralarda okutulan kitap listelerine göz attığımızda belli başlı İslâm tıp literatür kitaplannm
okutulduğunu görmekteyiz. Öte yandan Osmanlı devletinde 1827 yılında Tıbhâne ve daha sonra
modern tıbbî müesseseler kurulana kadar vakıflar, tıbbî bilimlerin gelişimine katkıda bulunduğu gibi
sağlık hizmetlerinin yürütülmesini de sağlamışlardır. Ne yazık ki XIX.yy. ikinci yansından itibaren tek
elde toplanan vakıf idarelerinin buralara tahsîsât yapmaması sebebiyle hastanelerin sefil bir duruma
düştüğü müşahede edilmektedir.
Kanaatimizce, yukanda değindiğimiz önemli tıp kurumlanndan varlığını sürdürenlerin
yönetimleri Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredilmelidir. Söz konusu müesseseler, tarihteki misyonlanna
uygun olarak vakfiyeleri çerçevesinde değerlendirilmeli ve işletilmelidir. Bu meyanda, 150 yıldır fakir
ve gariplerin tedavilerini üstlenen Vakıf Gureba Hastanesi'nde yaşanan karmaşa herkesin malumudur.
Harabe olanlar ise asıllanna uygun onanlarak, tıp sahasında aktif veya dolaylı bir şekilde hizmet
vermelidirler. Meselâ, bu müesseseler, Hafsa Sultan ve II. Bayezid Dâruşşifası gibi geçmişin tıbbî
birikimini günümüze aktaran sağlık müzeleri hâline getirilebilirler. Buralarda, özellikle tıbbî yazma
eserler, geçmişte kullanılan tıp aletleri sergilenebilir ve tarihî süreçte kullanılan ilaçlann tamtımı
yapılabilir. Bunun ötesinde, söz konusu kurumlar, Haseki Hastanesi'nde olduğu gibi bir veya daha
çok tıp dalında hizmet verebilir, modern tıbbın gelişimine öncülük edebilirler. Neticede, buralan gezen
ve gören genç nesillerimiz, geçmişinden aldığı cesaretle, kendilerine güvenle, bilimin aydınlığında,
geleceğimizi şevkle, büyük bir azim ve kararlılıkla inşâ edeceklerdir.
1 Yusuf Sağır, İzmir Millî Kütüphane'de 634/1-2'ye kayıtlı [1070 (1660) ve 1071(1661) tarihli] Vakfiyelere Göre Köprülü Mehmet
Paşa Vakıfları, DEU Sosyal Bilimler Enstitüsü İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Damşman: Prof.
Dr. Mehmet Şeker, İzmir 2005 s. 92-95.
2 Şaman, dans, sihir ve müzik vesilesiyle hastalığa neden olan kötü ruhların kovulmasına sebep olan din adamlarına
denilmekteydi. Ayten Altmbaş, "Eski Türk Tıbbına Bir Bakış ", Tıp Tarihi Araştırmalan (ed. Hüsrev Hatemi, Nil Sarı, Hasan Ali Göksoy),
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deontoloji Anabilimdalı Yaymı Özel Seri No:l, İstanbul 1986, s. 84-87.
3 Altmbaş, a.g.m., s. 84-87.
4 Süheyl Ünver, Selçuk Tababeti (X1-X1V. Asırlar), Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1940, s. 4-10; Bedi N. Şehsuvaroğlu,
İstanbul'da 500 Yıllık Sağlık Hayatımız, İstanbul Fetih Derneği Neşriyatı, İstanbul 1953, s. 9.
5 Ali Himmet Berki, "Vakıfların Tarihi, Mahiyeti, İnkişâfı ve Tekâmülü, Cemiyet ve Fertlere Sağladığı Faydalar", Vakıflar Dergisi,
Sayı: VI, Baha Matbaası, İstanbul 1965, s. 13.
6 Ünver, a.g.e., s. 12-13; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Boğaziçi Yay., IV.Baskı, İstanbul 1993, s. 346.
7 Süheyl Ünver, "Büyük Selçuklu İmparatorluğu Zamanında Vakıf Hastanelerinin Bir Kısmına Dâir", Vakıflar Dergisi, Sayı:l, Ankara
1938, s. 17-23; Şehsuvaroğlu, a.g.e, s. 9.
8 "Tımar" kelimesi "sıhhate kavuşmak", "iyileşmek" anlamında kullanılmaktadır. Şimdilerde olduğu gibi sadece akıl hastalarının
bulunduğu yere "Tımarhane" denilmiyor, hastane karşılığı olarak da kullanılıyordu. Örneğin Manisa Dâruşşifası, bütün hastalar için
kurulmasına rağmen XX. yy. başlarında buraya yalnız ruh hastalarmın kabul edilmesiyle ismi de değişikliğe uğramıştır. Ali Haydar Bayat,
"Tıp ve Sanat Tarihi Açısından Manisa
Dâruşşifası (1539)", Ege Univ., Tıp Fakültesi Mecmuası, Cilt:17 (1978), s. 615-631.
9 Arslan Terzioğlu, "Bîmâristân", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:6, İstanbul 1992, s. 163-177.
10 Nureddin Şehid de denilmektedir.
11 Süheyl Ünver, "Büyük Selçuklu Zamanında... ", s. 18-19; Ünver, Selçuk Tababeti, s. 25-27, 40.
12 Şehsuvaroğlu, a.g.e., s. 13.
13 Toplumsal yardım, hayır ve şefkat kaynağı bir toplantı yeri, hatta şimdiki tabirle klüplere hânkâh denilmektedir. Mehmet Zeki
Pakalm, Osmanlı Tarih ve Deyimleri Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi (III. Baskı), İstanbul 1983, Ciltl, s. 730-731.
14 Turan, a.g.e., s. 349.
15 Şehsuvaroğlu, a.g.e., s.10
16 Bu vakfiye, ilk olarak Muallim Cevdet tarafından 1937 yılında Evkaf Mahzeni Evrakında tespit edilmiş ve ilim alemine tanıtılmıştır.
17 Muallim Cevdet, "Sivas Dâruşşifası Vakfiyesi ve Tercümesi", Vakıflar Dergisi, Sayı:l, Ankara 1938, s. 35-38.
19
18 Hiçbir vazife ile mükellef olmadığı hâlde edeceği dualar karşılığında maaş alan kişilere denir. Pakalm, a.g.e., Ciltl, s. 179.
Şehsuvaroğlu, a.g.e., s. 12
20 Bu eserin vakfıyla ilgili Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde 204 numaralı defterin 206 sıra numarasında mütevelliliğiyle ilgili kayıt
vardır. Yılmaz Önge, "Çankırı Dâruşşifası", Vakıflar Dergisi, Sayı:5, Ankara 1962, s. 251, 2 nolu dipnot. Ayrıca bu Daruşşifa'da kabartma
olarak tezyînî surette birbirine girift şekilde çizilmiş çifte yılan ve ejder motifinin bulunması Türk tıp tarihi açısından mühimdir. Önge, a.g.m.,
s.252
21 Turan, a.g.e., s.347
22 Şehsuvaroğlu, a.g.e., s. 13-14; Ünver, Selçuk Tababeti, s. 41-46; Muammer Ülker, "Amasya Dâruşşifası", I. Türk Tıp Tarihi
Kongresi Bildirileri (İstanbul: Şubat 1988), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1992, s. 267- 269.
13 İlter Uzel, "Tanımadığımız Bir Bilim Adamı ve Hekimimiz: Şerafeddin Sabuncuoğlu", Bilim ve Teknik, Haziran 1986, s. 42-44; Adnan
Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, VI. Basım, İstanbul 2000, s.52-53.
24 Ünver, Selçuk Tababeti, s. 109-111.
25 Türk-İslâm kültürünün büyük bilim adamı İbn-i Sina'nın en ünlü eseri "el-Kanun"dur. Aşağı yukarı bir milyon kelimelik bir tıp
ansiklopedisi olup bütün eski tıp ile Müslüman tıbbini ihtiva eder. Esasında Galen'in eserlerine benzemekle beraber bir çok noktada onu
düzeltmiştir. Kitap beş bölüme ayrılmaktadır. Gerek Anadolu Selçuklu gerekse Osmanlı medreselerinde temel bir başvuru kitabı olmuştur.
Aykut Kazancıgil, Osmanlılarda Bilim ve Teknoloji, Etkileşim Yayınları, İstanbul Kasım 2007, s. 49-50
26 Adıvar, a.g.e., s. 21-24; Mehmet Şeker, Anadolunun Türkleşmesi ve Kültürel Hayatı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2006, s. 248-251.
27 Kazancıgil, a.g.e., s. 73; Candan Nemlioğlu, "Osmanlı Dâruşşifâları'nın Bahçe Düzeni ve Tıp Bilimine Katkıları", I. Uluslararası Türk Tıp
tarihi Kongresi Bildiri Kitabı (ed. Ayşegül D. Erdemir, Öztan Tuncel), 20-24 Mayıs 2008, Cilf.2, s. 1322-1331.
28 Halim Baki Kunter, ilTürk-İslam Sanat Eserlerine Vücut Veren Manevî Âmiller", Vakıflar Dergisi, Sayı:VII, Ankara 2006, s. 9-13.
29 Adıvar, a.g.e., s.27. 30 Kazancıgil a.g.e., s.74
31 Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, Nesil Yayınları, (II. Baskı) İstanbul Ağustos 2003, s. 16, 26.
32 Süheyl Ünver, "Fatih Külliyesine Dâir Mühim Bir Vakfiye", Vakıflar Dergisi, Sayr.l, Ankara 1938, s.39-45
33 Ali Himmet Berkî, "Vakıfların Tarihi...", s. 9-12.
34 İzgi, a.g.e., s. 21-22; Kazancıgil, a.g.e., s. 127-128, 136; Sultan II.Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi | T.C. Trakya Üniversitesi celebi
35 Nil Akdeniz Sarı, "Osmanlılarda Tıbhânenin Kuruluşuna Kadar Tıp Eğitimi", IX. Türk Tarihi Kongresinden Ayrı Basım, Türk Tarihi
Kurumu Basımevi, Ankara 1989, s. 1277-1288
36 Vakfiye de tarih olmamakla birlikte 1557'de yazıldığı tahmin edilmektedir. Kemal Edip Kürkçüoğlu, Süleymaniye Vakfiyesi, Vakıflar
Umum Müdürlüğü Neşriyatı, Ankara 1962, s. 3
37 Sühey Ünver, Süleymaniye Tıp Medresesi'nin başlangıcından XIX. yy. ikinci yarışma kadar geçirdiği merhaleleri, tarîhî vesikalara
dayanarak anlatmaktadır. Süheyl Ünver, "Süleymaniye Külliyesinde Dâruşşifa, Tıp Medresesi ve Dârulakâkîre Dâir", Vakıflar Dergisi,
Sayı:2, Ankara 1942, s. 195-207; Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 10, 40-42.
38 Kazancıgil, a.g.e., s. 231,237.
39 Mustafa Alkan, "Manisa'da Hafsa Valide Sultan Bîmârhânesi", I. Uluslararası Türk Tıp tarihi Kongresi Bildiri Kitabı (ed. Ayşegül D.
Erdemir, Öztan Tuncel), 20-24 Mayıs 2008, Cilt:2, s. 166-173; İbrahim Hakkı Konyalı, "Kanuni Sultan Süleyman'ın Annesi Hafsa Sultan'nın
Vakfiyesi ve Manisa'daki Hayır Eserleri", Vakıflar Dergisi, Sayı: 8, Ankara 1969, s. 47-56; Ali Haydar Bayat, "a.g.m., s.615-631.
40 Nil San, "Toptaşı Nûrbânû Valide Sultan Daruşşifası", I. Tıp Tarihi Kongresi (İstanbul 17-19 Şubat 1998), Türk Tarihi Kurumu
Basımevi, Ankara 1992, s. 169-174.
41 Sadi Bayram, "Sağlık Hizmetlerimiz ve Vakıf Guraba Hastanesi", Vakıflar Dergisi, sayı:XIV, Ankara 1982s. 101-119; Rengin
Dramur, "Cumhuriyet Dönemi İstanbul Vakıf Hastaneleri," III. Türk Tıp Tarihi Kongresi (İstanbul 20-23 Eylül 1993, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1999, s. 365-376.
42 Kerim Gökay, "Ruh Hekimliği Sahasında Türklerin ve Vakıf Müessesesinin Hizmetleri". Vakıflar Dergisi, Sayı: II, Ankara 1942,
s. 263-265; Gökhan Çağlayan, İlker Yiğit, "Edirne II. Bayezid Daruşşifası", I. Uluslararası Tıp Tarihi Kongresi Bildiri Kitabı (ed. Ayşegül D.
Erdemir, Öztan Tuncel), 20-24 Mayıs 2008, Cilt:2, s. 1788-1793.
43 Kazancıgil, a.g.e., s. 75,142.
44 Kemal Şahin, "XIX. Yüzyılın Birinci Yarısında Belgelerle Osmanlılarda Çocuk Düşürme Problemleri Üzerine Bazı Gözlemler, Vakıf
Doğumevi, Eczane Açılması", XII. Vakıf Haftası Kitabı, Ankara 1995, s. 55-75.
45 İzgi, a.g.e., s. 45-104
46 Dramur, a.g.m., s. 365-376.
Yarışma Üçüncüsü
Yusuf SAĞIR
İZMİR.Vakifmedeniyeti.gov.tr