ASRIN SULTANLARI


Asırlarda Halidîlerin Damgası var



Bülbül güle sevdalıdır denir ya; işte bülbülün derdi-tasası, rüyası, umudu, türküsü-şiiri, kısacası ötüşü bile güle dairdir. Bülbül, dünyanın her yerinde gülün derdindedir. İster Dicle kenarında olsun; ister Tuna boylarında uçsun, bülbülün arayışı hep güldür. Siz de bülbül gibi Allah dostlarının bahçesini aramaya başladığınızda, karşınıza nice güller çıkar.

Buram buram Resulullah Efendimiz (sav) kokan Allah dostlarını ararsanız tan yeri ağarırken; gülün kırmızı yaprağından çiğ katresinin sızması gibi; Güllerin Efendisi’ne sevdalı Hak aşıklarının gözlerinden süzülen gözyaşının, Allah Aşkından kaynaklandığını anlarsınız.

Tasavvuf bir çiçek bahçesidir. Kar gibi beyaz sarıklı hocaların ders verdiği camilerdeki çinilerde bile tasavvufu, ümmetin sevdasını bulursunuz.

Çinilerde lale, tevhidi; gül, Efendimizi; karanfil ise mürşidi simgeler. Lale’ye aşık, güle meftun karanfilleri bulmak, tanımak o kadar zordur ki. Ancak nasibi olanlar, Hak aşıklarını tanıma ve sevme bahtiyarlığına erişebilirler.

Nasıl Osmanlı ecdadımızın İznik Çinileri hala sırrını koruyorsa; Hak Aşıkları da kendilerini çinilerin sırları gibi saklarlar. Ancak vazife-i irşad için tasavvuf imbiğinden sızanların içinde kimler yoktur ki?

Tevazu, vefa, muhabbet, sevgi, sevda dolu bu sırlar dünyasından kimler geldi, kimler geçti? Osmanlı’nın yaşlı çınarları, Fatih Camii’nin o geniş kubbeleri, kim bilir hangi Hak aşıklarının zikrini duymakla bahtiyar oldu? Ümmetin köklü ve derin tarihini geçin; son asırda bu koca dünya, kimlerin ayak izlerine şahit oldu? Kimlerin; hangi Hak aşıklarının gözyaşları seccadeleri ıslattı?

Şeyhinin sağlığında hilafetinin açıklanmamasını isteyecek kadar tevazu sahibi Seyyid Muhammed Hüseyni Hazretlerinden bahsedebiliriz mesela. Yada mahdumu Gavs-ı Kasrevi olarak tanınan Seyyid Abdulhakim Arvasi’ye Suriye yollarında rastlarız. Kaçakçıların geçtiği yollardan mayın tehlikesine aldırmadan yapılan ondört seferin sonunda gelen makamı, Gavs-ı Azamlık’tan dem vururuz…

Kaçakçıların da amacı ticaretti, Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni Hazretlerinin amacı da... Ama bir tarafın ticareti dünyalık içindi, Gavs’ın ticareti ise ahiret için. Bir taraf ucuz mal peşinde koşuyordu; Gavs ise dünya ve ahiretten daha hayırlı olan Muhabbet-i İlahi’nin… Kaçakçılar, sonunda bir mayın patlaması sonucu ölürken; Seyyid Abdulhakim Hüseyni’nin Şah-ı Hazne’ye giden yolda marifetullah sırrına erip veliyullah oluşuna şahit oluyoruz.




Yalova’ya gidelim mesela. Güneyköy’de, Şeyh Ziyaeddin Dağistani Hz.lerini buzlu havalarda soğuk su ile erbainde guslederek, bin bir meşakkate rağmen, hakkın rızasını aramasının hikayesini dinleriz.

Bayburt’a uzanırsak belki, Dede Paşa Hazretlerinin ağzından dökülen hikmet yüklü inci tanelerini şaşkınlıkla dinleyebiliriz. Rufai Şeyhi Hacı Mevlüd Baba’nın aşktan yanmasını görebiliriz. Belki Giresun’a geçersek, Halveti-Şabanî Şeyhi Mehmed Emin Efendi Baba’nın Keşap’taki evinde şirin Şabanî tacıyla; gül yüzlü, nur sözlü dervişleri ile hemhal oluruz.

Bakınız; Şabanilikte sarık, yani tac-ı şerif çok önemlidir. Taçsız, yani sarıksız gelen, derse alınmadığı gibi tac-ı şerifin rengi dahi önemlidir. Yeşil Allah Resulüne tahsis edilmiştir ve dahi varis-i enbiyalık makamına, yani irşad haline ermemiş dervişânın yeşil rengi giymesi yasaktır. Halvetiliğin diğer kolu Cerrahi Şeyhi Muzaffer Özak’tan; kitaba sevdalı sahaflar şeyhinden ve eliyle Müslüman olan yabancıların devranına girmek, insanı nasıl bir cezbeye sürükler, bir düşünsenize!..

Ramazanoğlu Sami Efendi’yi zikretmeden, Hak aşıkları anlatılabilir mi hiç? Osmanlılardan daha eski bir aile olan; Ramazanoğullarına mensup bu şehzade, mirat-ı Resulullah’tır. Ailesinden kalan altı asırlık mal varlığını, haram endişesi ile reddedecek kadar hassas bir yapıya sahip olan Sami Efendi Hazretleri; uzun yıllar eserlerini yeni harfler ile bastırmaya müsaade etmeyecek kadar Osmanlı’ya tutkundur.

Suriyelilere Hac yolculuğu esnasında “edep Türklerdedir.” dedirtecek kadar edep ve haya numunesi olan Sami Efendi (ks), son hastalığında dahi ayaklarını uzatıp yatmayacaktır. Hani derler ya; “Yol, baştan aşağı edeptir” işte, Sami Efendi’de yolu, yani edebi görürsünüz. Kapısında yemek bekleyen köpeğe bile ‘köpek’ demez. Koca Sultan; damadı ve Halifesi Musa Efendi’ye “birisi yemek istiyor” diyecek kadar yaratılanı sever. Bu haliyle, hayvan hakları savunucularına nasıl da güzel bir ibret oluyor değil mi?

Otuzyedi ilin müftüsüne tarikat talim ettiren Şeyh Muhammed Masum Norşini’yi; Ehl-i Sünnet karşıtı akımlara karşı son devrin ciddi eser veren alimlerinden Molla Sadreddin Yüksel Hocaefendi’yi, Hz. Ebu Bekr gibi halim, Hz. Osman gibi cömert Musa Topbaş Efendi’yi burada anmamak olur mu?

Halil Nurullah Zağrevi Hazretlerinin haftada bir Kur’an-ı Kerimi hatmettiğini söylemeden geçmek de olmaz. Haftada bir hatim dedim de; aklıma Mehmed Ruhi Kulevî (r.aleyh) geldi. Halveti-Uşşaki yolunun bu kutlu mürşidi de haftada bir hatmeder ki; takvası, zühdü; Ege ovalarında; Gediz nehrinin kenarlarında hala dillere destandır.

Mehmed Ruhi Efendi’nin büyük şeyhi Saruhanlı Abdurrahman Sami Efendi (ks) da son asrın sultanlarındandır. Abdurrahman Sami Efendi, irşadını Uşşaki’den yapar ama başta Nakşi-Halidi olmak üzere pek çok tarikattan da icazetlidir. Fatih Medreselerinden gelen bir allamedir. Dini ilimlerde zirvede olduğu gibi dünyevi ilimlerden kimyada uzmandır aynı zamanda. Üstelik son devrin önde gelen divan şairlerinden birisidir. Aruz veznine hakimdir. Şimdi bakmayın siz; kapı gıcırtısına; mide gurultusuna benzer dörtlükleri ‘şiir’ diye yutturmaya kalkanlara; Abdurrahman Sami Efendi’nin Divanı, sizi Arşın ötesine; kalbin zümrüt tepelerine götürür…

Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe şiirler yazan; Divan Edebiyatının doruklarına uzanan Erbilli Esad Efendi’den (r.aleyh) bahis açmamak olmaz. Esad Efendi büyük şairdir; lakin o, vaktini şiire değil irşada verir. Halidi şeyhidir çünkü. Halidi şeyhidir ama aynı zamanda Meclis-i Meşayih (Osmanlı zamanındaki resmi Şeyler Meclisi) reisidir. Şeyhlerin hangisinin altın; hangisinin ‘mangır’ olduğunu belirleyen heyetin reisidir Erbilli Esad Efendi.

Aruz vezni ve divan edebiyatına söz gelince Erzurum’a uzanmamak; Alvarlı Muhammed Lütfi Efendiyi (ks); dadaşların deyimiyle Efe Hazretlerini hatırlamamak, o meşhur beytini;

Herkes yahşi men yaman,
Herkes buğday men saman

deyişini; divan şiirindeki maharetini zikretmemek mümkün müdür?

Erzurum gibi karın kalkmadığı; imkansızlığın silinmediği bir coğrafyada, böyle bir Enderun alimi nasıl yetişti diye şaşırırsınız. Bu işlere yabancıysanız şaşarsınız; ama biraz kalp ikliminden nasibinizi almışsanız; boyun büker; ‘Efe Hazretleri de Nakşi Halidi şeyhidir ne de olmazsa’ dersiniz.

Kökü Asrı Saadete Uzanan Yol; Halidiyye

Dergimizin yayın yönetimi, bizden Ekim sayısı için Halidiliğin seyri ve son dönem Gönül Sultanları, konulu bir yazı talep ettiğinde, şöyle bir durdum... Beş-on saniyelik bu duruşumun altında; koca bir tarihin nasıl yazılacağı düşüncesi vardı. Halidiliği anlatmaya kalkışmak; yaşlı dünyamızın en uzun ve en çetin son iki asrını anlatmaktır. Miladi 19. ve 20. asırlar; insanoğlunun belki de en zor devreleri. Bu en zor devrenin; en önemli odaklarından birisi de hiç kuşkusuz Halidilik’tir.

Televizyonlarda görmüşsünüzdür; sosyologlarımız, araştırmacılarımız Türkiye’deki cemaat/tarikat yapılanmalarını değerlendirirken, çoğunlukla Nakşileri toplumun “varoşlarına”(!) hitap eden bir hareket olarak gösterirler. Halbuki işin aslı bundan çok daha farklıdır.

İşin detaylarına girildiğinde, Halidiliğin tesir etmediği, İslami manada hitap etmediği, muhatap almadığı herhangi bir toplumsal katman yoktur, dense yeridir. Çünkü onlar her eve ve çadıra İslam’ı sokmanın derdindedirler.




Halidilik; gerek yayıldığı coğrafi alan, gerek etki alanı açısından müslüman toplumlar içerisindeki en büyük dini, fikri, kültürel, iktisadi ve sosyal harekettir. Kafkas Dağlarından Yunanistan’daki Yanya şehrine; Mekke-i Mükerreme’den Komor Adalarına kadar çok geniş bir saha da nüfuz bulan Nakşi-Halidi yolunun izleri; ümmetin soluk aldığı her yerde mevcuttur.

Bu kadar geniş bir coğrafyada; fıkıhtan hadise kadar tüm İslami ilimlerde, büyük ve derin izler bırakan Halidi ekolunu biraz da olsa anlamak için gelin Halidi Tekkelerine bakalım. Rastladıklarımızı değerlendirmeye tabi tutalım.

Her Halidi Tekkesi; aynı zamanda bir medresedir. Büyük Selçuklu Veziri Nizamü’l Mülk’ün temelini attığı medrese sistemi; Hoca (Seyda) yetiştirmeyi hedefleyen ve bu hedefe uygun yetişen hocalar ile ümmet-i Muhammed’in kalplerine itikadi virüslerin; ibadetlerine de ameli bidatlerin girmesine engel olmaktır.

Alemlerin Efendisine (sav) dayanan silsileleri ile Halidi Meşayihleri; bu medreselerde oniki temel ilmi tahsil ederek, hocasının onayı olan ilmi icazetle yani, diploma ile olgunluğunu ispat etmemiş kişilere, tasavvuf icazeti (irşad izni) vermemeyi temel prensip olarak benimsemişlerdir.

Böylelikle hem Tarikat-i Aliyye vasıtasıyla toplumun itikadi sapmalarına engel olunmuş; hem ibadet hayatına karışmış bidatler temizlenmiş; hem de irfani mektep olarak ahlak tezhibi ve kalbin safileşmesi sağlanmıştır. Mevlana Halid-i Bağdadi (ks)’dan beri binlerce ‘ümmi’ (yeteri kadar zahiri ilmi olmayan) veli yetiştiren Halidilik; ümmi şeyh çıkarmamıştır. İrşad müsadesi verilen şeyhlerin yanında da muhakkak kuvvetli hocalar bulundurulmuştur.

Bu noktadan hareketle bir misal verecek olursak; Mevlana Halidi Bağdadi (ks) Hazretlerinin halifelerinden ve cenaze namazını kıldıran, ‘Reddü’l Muhtar’ın yazarı İbn-i Âbidin (ks)’yu ve ‘Ramuzu'l-Ehâdis’ ve ‘Levâmiul-Ukûl’ kitaplarının müellifi Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hazretlerini zikretmek mümkündür.

Nakşilikte Dört Tecdit Ekolü

Halidiliğin ilme bu kadar önem vermesinde, içinde yetiştiği ve Hacegan yani ‘Hocalar yolu’ olarak da bilinen Nakşiliğin de tesiri büyüktür. Nakşilik, tarihin akışı içinde, diğer irfan mekteplerinden ayrılmasına yol açan birkaç tecdit hareketi geçirmiştir.

Hace Abdulhalik-i Gücdevani (ks) ile dervişlerin şatahata kapılmaları önlenmiş (şatahat; zahiren şeriata aykırı sözlerin manevi sarhoşluk ile söylenmesi), Hazreti Pir Muhammed Bahauddin Buhari Şah-ı Nakşibend (ks) ile bir kısım ulemanın riyaya kapılma endişesi taşıdığı cehr-i zikirden kalbi zikre dönülmüş ve üveysiliğin hayatta olan bir şeyhin gözetiminde olması gerektiği gösterilmiştir. İmam-ı Rabbani (ks) ile de vahdet-i vücut halinin nakıslık olduğu ve Ehl-i Sünnet itikadına tam uygun olan ve kemal makamının vahdet-i şuhud hali olduğu beyan edilmiştir.

İmam-ı Rabbani ile tasavvufun itikadi sapmalara engel olmasının da gerekli olduğu gösterilmiştir. Serhend gibi küçücük bir şehirde mukim İmam-ı Rabbani Hz.leri, Hindistan’a hakim Babür İmparatoru Ekber Şah’ın ‘Din-i İlahi’ isimli karma din safsatasını tarihe gömüvermiştir. Üstelik bir tek ok atmadan, bir tek kılıcı kınından çıkarmadan.

Nakşilikte dördüncü büyük tecdid hareketi, Mevlana Halid-i Bağdadi tarafından yapılmıştır. Bu tecdidin irfani yönden en önemli kaidelerinden birisi de ümmi olana seyr-i sülukunu bitirse dahi icazet verilmemesi olmuştur. Bu ilim, fıkıhta amel esnasında ruhsatları dahi terk ettirmiş, azimetin seçilmesi gerektiği gibi bir takva kaidesini de yola oturtmuştur.

Bu ilmi hassasiyet ve dirayet, daha önce de söylediğimiz gibi bid’atlara ve itikadi sapmalara engel olmuştur. Şia mezhebi sınırın hemen ötesinde tek renk iken; sınırın hemen bu tarafında bir tek Şii’nin olmaması, Hakkari Şemdinli’deki Nehri Tekkesi’ndeki Seyyid Taha (ks) Hz.lerinin irşadının bir eseridir.

Şii olan seyyidlerin şahıslarına saygısızlık etmeden; Allah Resulunun ruhaniyetini incitmeden, Şia ile mücadelenin nasıl olması gerektiğinin en güzel misali Seyyid Taha ve O’nun baş halifesi Gavs-ı Azam Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hz.lerinin ‘Minah’ isimli eserinde görülebilir.

Bakınız; Seyyid Taha’da da İmam-ı Rabbani’nin tavrını görürsünüz. İmam-ı Rabbani, Serhend’den çıkmadan “Din-i ilahi” isimli saçmalığa set olurken; Seyyid Taha (ks) da Nehri’de üzüm bağlarının altındaki sohbetleri ile Şia’ya engel olur.

Bakmayın siz azlığa, küçük yerlerde, imkansızlıklar arasında olmaya. Halidikte ihlaslı olmanın Allah’ın yardımına mazhar olmanın en bariz örneklerini görürsünüz, Asr-ı Saadetten sonra. Onlar saf niyetlerinin karşılığında, hak olan davalarında, İlahi yardıma mazhar olanlardır...

Gülistan.