BU ÜLKE BİR ZAMANLAR EZANSIZDI


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, devletler içinde devletlü, azametlü, faziletlü, asaletlü, şefkatlü, adaletlü, himmetlü, gayretlü bir devlet varmış:

Adı Osmanlı Devleti imiş…

Namı-şanı tutmuşmuş cihanı… Fetih aşkı ilâ-yı kelimetullah aşkıyla bütünleşip yakmışmış padişahların yüreğini…

Derken, padişahlardan bir Yavuz Padişah bakmış bakmış da dünya haritasına, burma bıyıklarına el atmış: düşünceye varmış ki, beynini çatlatırcasına…

Düşünmüş, bakmış; her bakışı haritada yol olup beldelere akmış. Sonrasında çağırmış huzuruna serhatlarda şöhret bulmuş, nam salmış yiğit vezirlerini, beylerini, hocalarını… Gösterip dünya haritasını, şöyle kükremiş:

“Bu dünya bir padişaha çok, amma iki padişaha azdır!”

Her padişah ülkeler fethede ede dünyanın hemen yarısına yakınına hüküm geçirmiş. Her fethe “” diye çıkılmış, “Bismillah” diye hücuma kalkılmış ve her fetihten sonra girilen şehrin en büyük kilisesi camiye çevrilip ilk iş olarak Ezan-ı Muhammedî okunmuş:

ü ekber, ü ekber!

Ardından koca koca camiler inşa edilmiş. Kimisine çift minare konmuş, kimisine dört minare, kimisine de altı… Kimisi Sultanahmet diye, kimisi Fatih diye, kimisi Selimiye diye ün yapmış. Minareler ezan içinmiş. Mukaddes gün ve gecelerde her minareye bir davudî sesli müezzin çıkar, çifteleme, üçleme ezanlarla semaları zikirle doldurur, meleklerin omuzlarında miraç eden tekbir, bulutlarda bir bütün haline gelip Yüce Yaratıcı’nın katına ulaşırmış:

ü ekber, ü ekber!”

Sonra ezan cehdi, ilâ-yı kelimetullah coşkusu, faziletsiz, adaletsiz aydının Avrupalılaşma histerisine kurban edilmiş. Bazıları ikbale tırmanırken, devlet ikbalden düşmüş. Düşünce işgallere uğramış. Haçlı zihniyeti, her karışı şehit kanlarıyla sulanmış mübarek vatan topraklarına girip camilere çan takmaya kalkmış.

Derin bir hicranla yüreği kavrulmuş Müslüman milletin; mukaddesat şairimiz Mehmed Âkif, inim inim inlemiş o zaman; kâh inim inim inlemiş, kâh gürül gürül gürlemiş:

Teselliden nasibim yok, hazân ağlar bahârımda:
Bugün bir hânümansız serseriyim öz diyârımda!

Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hak-i ecdâdı!

Hayâlimden geçerken şimdi; fikrim hercümerc oldu,
Selâhaddin-i Eyyubi'lerin, Fâtih'lerin yurdu.

Ne zillettir ki: Nâkuus inlesin beyninde Osmân'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!

Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzi serâb olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, turâb olsun!

Çökük bir kubbe kalsın mabedinden Yıldırım Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan'ın;

Ne heybettir ki: Vahdetgâh-ı dinin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!

Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!

Dolaşsın, sonra, İslâm'ın haremgâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

Fezalardan Mevla’nın yâdı silinmesin, ecdat yadigârı mabetlerde ”Nâkuus/çan” inlemesin, diriliş müjdesi mateme bürünmesin diye top yekun millet ayaklanmış ve ezanına, Kuran’ına, camiine, kısacası varlık hikmetine sahip çıkma cehdiyle silaha sarılmış…

“Ezan susmaz! Fezalardan Mevla’nın yâdı silinmez!” diye kükremiş.

Öyle bir atılma atılmış ki düşman üstüne, yt bre! Düştüğü yeri yakmaca, vurduğu yeri kırmaca, ölmece, ölümde dirilmece…

Kuran’ını kurtarmış, ezanını kurtarmış, camiini kurtarmış kendi varlık hikmetiyle birlikte…

Kurtarmış ölüm pahasına, fukaralaşma pahasına; bacılar, analar, nineler, dedeler bile görev almış mukaddes savaşta… Savaşı zafere götürmüşler.

Her türlü yokluğa katlanmışlar.

Yememişler günlerce, içmemişler, dayanmışlar. “Tek vatan kurtulsun, vatanı vatan yapan ezan kurtulsun!” diye…

Yürekler İstiklal Marşı’nda atmış yıllar yılı, İstiklal Marşı’ndaki derin manada kükremiş vicdanlar:

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

****************************** ***

Derken, günün birinde ezan susmamış mı?
Derken, fezalardan “Mevla’nın yadı” silinmemiş mi?
Eyvahlar, eyvahlar olsun!
Şaşırmış millet:

“Düşman mı dönmüş gerisin geriye?” diye sormuşlar birbirlerine, “Kordonboyu’ndan denize döktüğümüz kötü Yunan palikaryaları İstanbul’dan sahile mi çıkmış?”

Verecek cevap bulamamışlar. Aynaya koşup kendilerine bakmak istemişler; “Bu biz miyiz?” sorusuna bir cevap bulabilme ümidiyle…

Ama aynadaki görüntüden utandıkları için bakamamışlar!

Düşünüp kalmışlar, öylece yıkık, mahzun, derin hicranda; emellerinin enkazı altında suskun, çaresiz kalakalmışlar…

Bir varmış, bir yokmuş…
Neler olmuş, neler neler olmuş!
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde…
Cinler cirit atarken millî vicdan içinde…
Ezanı atmışlar minareden aşağıya!
Öldürememişler çok şükür, ama dili tutulmuş…
Minareler de millete benzemiş bir zaman… Millet kadar suskun, millet gibi elemli ve ürkek…

Ezansız minare, hürriyetsiz millet… İkisinin de, “Niçin varız?” sorusu cevapsız…
Ve derin, ama sessiz haykırışlar!


(YAVUZ BAHADIROĞLU-BİZ OSMANLIYIZ)